Post-modern zamanlarda meteorolojiye karşı giderek artan bir ilgimiz doğdu. ‘Hava Durumu’ anonsları TV’de en fazla izlenen kısımlarıymış, haberlerin…
Hava ile günlük hayatımız ilintili de ondan herhalde, yağmura-kara dikkat kesiliyoruz. Kısacası, meteoroloji vesvese veriyor.
Meteoroloji, afet (ler) resmi geçidi oldu son zamanlarda. Dünyayı biz kirlettikçe/bozdukça iklimler de etkileniyor, ne yapalım? Âleme saygımız yok… Demek ki, ekoloji ile meteoroloji arasında yakın bir ilişki var. Bu işin maddî/pozitivist boyutu… Bir de manevi/ruhsal ciheti var, değil mi?
Havaların seyri, ruhî durumumuzu yani tasavvufi bağlamda ‘‘hallerimizi’’ etkiliyor. Hava güzel olunca, içimiz ısınıyor. Karanlık, puslu bir havada ise içimiz sıkılıyor, kasvet basıyor; melankolik oluyoruz. Kalbimiz sıkışıyor.
Hele 15 Temmuz’dan beri ülkemizin yaşadıkları moralleri bozdu, sinirleri gerdi, hepimizin kimyasını etkiledi. Depresyona girdik millet olarak neredeyse. İdarecilerimiz o kara bulutları kaldırmak için gayret gösteriyor, bize motivasyon kazandırmaya çalışıyorlar. Özellikle Başbakanımızın sevecen/şakacı tavırları doğrusu takdire değer. Ama üzülmeyin değerli dostlar; Mart derken, Nisan’a vardık.
Müjde; bahar geldi! Tadını çıkarın ve düşünün: Kış böyle ayaz yapmasaydı, bahar bu kadar kıymetli olur muydu? İşte, tasavvufta da dert ile derman, kabz ile bast, havf ile reca, çile ile safa arasındaki ilişki de böyle tahayyül edilmelidir.
Divan-ı Kebir’de Hz. Mevlana’mızın dilinden/yüreğinden kopmuş gelen, gözlere/gönüllere akan öyle bahar manzaraları vardır ki, hiçbir ehil ressam bu manevî tabloları resmedemez.
Dinleyiniz:
‘‘Bahar geldi a dostlar, bahçede konaklayalım, kalkın da yeşillik gariplerinin başlarına çizginelim.” (etrafında dönüp dolaşalım). Arılar gibi çiçekten çiçeğe uçalım bugün, uçalım da şu dünya bal kovanının altı bucağını da mamur bir hale getirelim. Bu kaleden bir elçi geldi de davulu gizli dövme diye buyruk verdi; biz de aşk davulunun dövüldüğü yeri naralarımızla yıkalım artık. Gökyüzünden gelen sesi duy: “Kalkın ey deliler.” Canım feda olsun aşıklara, bugün saçalım canlarımızı. Zincirleri koparalım, her birimiz bir demirci; demircilerin kerpeteni gibi ateş yakılan yere gidelim. Gönül ateşini, demircilerin ocağı gibi körükleyelim de bu nefesle demir yüreklileri fermanımıza râm edelim. Şu âleme bir ateştir salalım, şu gökyüzünü birbirine katalım, şu ayak direyen aklı fırıl fırıl döndürelim de kendimiz gibi başı dönmüş bir hale getirelim.’’
Her bir tasavvufta ayrı ayrı manalar yüklü bu beyitleri sadece öylesine okumak bile insanı nasıl şevke getiriyor. Cenab-ı Pîr’in bu tarafını çok severim ben. O her dem coşkuludur, pozitif enerjiyle dolu. Ruhumuzu hareketlendirir. O’nun hüznünde bile neşe gizlidir.
Konya gibi çorak bir arazide baharı böylesi renklerle işlemek hüner olsa gerektir. O dışta(n) gördüğünü değil içinde seyredeni resmetmektedir, anlayalım.
Bir başka deyişle önemli olan içinizdeki bahar!…
Ademdeki o âlemi, tabiata/âleme taşırabilmektir, mesele…
Ademde ve âlemde Allah’ın ikramlarını görebilmektir, mesele…
Allah’sız insan mutsuzdur. Allah’ı bilmek, tanımak, sevmek insanı mutlu kılar. Formül bu!
Ne güzel buyurmuş Hz. Hüdavendigar, bize sesleniyor kulak verelim:
‘‘Dikkatle etrafına bakarsan görürsün ki Allah ganidir, yani çok zengindir. Herkes ona nazaran fakir, herkes kederli, dertli, herkesin suratı asık. Hayat şartları herkesi perişan etmiş, didinmeler, çırpınmalar, çekişmeler, boş yere kavgalar hayatı zehir etmiş; zengin ve neşeli gördüğün insanların yüzleri gülüyor ama hırslarından içleri kan ağlıyor.
Dilenciden bir şey dilenmek akıl kârı değildir. Dünya bir dilencidir. Sen de asıl padişahı unutuyor, dünyadan bir şeyler istiyorsun. Zavallı dünya! O da tesiri yüksek bir şey içmiş de mest olmuş, bir yerde duramıyor, dönüp duruyor.’’
Dünyevî hazlar bir yere kadar! Ama, manevî/rahmanî hazlar her şey diyor, Hz. Mevlana.
İçinizdeki ‘‘baharı’’ uyandırın.
Kalbinizi uyarın. Beytullahınızı Allah aşkıyla doldurun. Vücudunuzu nurlandırın. Nefesiniz zikirli olsun, bakın o zaman bahara kavuşmuş cisminiz nasıl âleme de ateşler salıp, insanların kalbini donduran o hırsları eritecek!
Bu ‘‘ikinci bahar’’dır.
Bahar diye üç aylık bir mevsimle yetinmeyin, diyor Hz. Mevlana.
‘‘Ey dost, şu dünyada gördüğün çiçekli, güzel kokulu bahardan başka gizli bir bahar daha var. O bahar… Gördüğün bahardan daha güzeldir, daha hoştur. O temiz insanların gönüllerinde gizlenmiştir.’’
Demek ki, bahar için muhabbet lazım. Aşk lazım.
Bu aşkı tatmamışsanız, işte aziz okuyucularım şimdi zamanı, ikinci baharın.
Haydi, bulun kendi Mevlana’nızı.
Size aşkı öğretsin. Aşk-ı hakikiyi. ‘‘Sürdürülebilir’’ aşkı…
Sürdürülebilir aşk-ı hakikiye vasıl olabilmek için ise; size aşk-ı hakikiyi bulmanızda rehber olacak Mevlana’nıza ulaştıktan sonra sizden istenen 3 şey vardır; birincisi nefsi terbiye, ikincisi kalbi tezkiye, üçüncüsü ise ruhu tasfiyedir. İnsan dünyaya temiz gelmiştir. İnsan kirlendikçe havayı da kirletir dedik ya, insan temizlenmedikçe baharı da yaşayamaz işte…
İnsan temiz ruh ile dünyaya indirilmiştir fakat kendisine bir nefs, bir de gönül/kalp verilmiştir… Diyor ya Hz. Peygamberimiz: ‘‘Nefsini bilen Rabbini bilir.’’ İşte mesele dünyadayken nefsini bilmek ve onun dizginlerini kendi eline alabilmek, Rabbimizi hakkıyla tanıyabilmektir. Nefsimizi tanıyamadığımız sürece onu kontrol/ terbiye edebilmemiz mümkün değildir. Hal böyle olunca nefsimizden olan kötülükler ruhumuzu kirletir, gönlümüzü/kalbimizi sufli ihtiraslarla doldurur. Nefsimizi terbiye edip, kalbimizdeki putlardan, ihtiraslardan, kinden, nefretten kurtulabilirsek, beyt’imizi/ kalbimizi temiz hale getirirsek işte o vakit o gönle Allah gelir, ruhumuzun ıstırabı diner ve ebedi bahara/ ebedi aşka kavuşuruz.
Bahara ulaşmanız ve her daim baharı/aşkı yaşamanız dileğiyle değerli Aysha okuyucuları…
Mim Kemal Öke