Ramazan’a Ramazan denmez. O, Ramazan-ı Şerif’tir. Kutlu’dur. “On bir ayın sultanı’’dır derler. Bence bir yıl on iki ay olduğuna göre, Ramazan 12 ayın da sultanıdır! Çavuş, manganın dışında değildir ki! Neyse; devam…
Gerçekten de bu mübarek ay, evsafına uygun olarak saltanatla gelir aramıza… Önce üç aylar, kandiller… Ne güzel bir varıştır bu.
Hz. Mevlana’mız da bu “hoş gelişler ola’yı” gazellerinde öyle bir coşkuyla dile getirir ki, her mısra ayrı bir gönül telinizi (rebabınızı) titretir.
“Oruç ayı geldi, padişahın sancağı erişti; çek elini yemekten, can sofrası, can gıdası geldi.
Can tabiattan kurtuldu, tabiatın eli bağlandı; iman ordusu geldi, azgınlık ordusunun kalbini yardı.’’ Sanki padişahın Cuma selamlığına çıktığını hatırlatır bir merasim. Adeta sürre alayı gibi bir sokaklardan geçiş. Güçlü bir ordunun geçit resmine benzer bir tasvirle işlenmiştir. Hz. Hüdavendigâr Ramazan’ın -O’na göre “Oruç Ay’ının” gelişini…
Ve bu misafiri hoş karşılamakta kusur etme diye seslenir bize:
“Oruç Ayı, kutluluk elbiselerini giyinmiş, çıkageldi; hasetçinin inadına kalk, karşıla, selam ver”. Oruç yani “savm”; İslam’ın beş şartı olan ibadetlerdendir, malum. İşte bu ay televizyonlarda iftar ve sahur programları yapılarak, ülkemiz insanlarına İslam “hatırlatılacak”, hatta gündüz hanımlara özgü kuşaklarda orucun bir başka boyutu üzerinde de durulacaktır.
Oruç tut, sağlık bul kabilinden perhizin adeta fizyolojik bir “detoks” olduğu, kısmi ve keyfi açlığın bünyeyi yenileyeceği vurgulanacaktır beslenme uzmanlarınca… Haklıdırlar da o diyetisyenler. Orucun maddi bir getirisi var, var olmasına da; bu “bonus”, işin aslını/özünü perdelememeli. Orucun ne olduğu kavranmalı evvel emirde.
Hz. Mevlana, meselenin “şer’i” kısmına özellikle dikkat çeker. Orucu şekli bir ibadet olarak ilkin ele alır. Amel’dir. Somut–görünen bir ibadet şeklidir. Bu amel, imanın/itikadın şahididir, delilidir bir yerde. İmanın amele dökülüşüdür, kısaca.
Ne var ki Mevlana’mıza göre hayatta yalancı şahitlere de rastlarız. Rastlamaz mıyız?
O zaman makbul değildir, o oruç. Sadece “diyet” gereğidir vesselam. Asıl amel, kalpte olandır. Amel, soyut; yani batında, manada zuhur etmelidir. Bulunmalıdır.
Orucu, diğer bir deyişle “hakkıyla”, Hakk ile tutmalıdır. Kalbinde iman var, amel “içimizde” diye, orucu -sözüm ona maksat çoktan hasıl olmuştur bahanesiyle- tutmamazlık edemezsiniz.
Önemli olan, şeklini de özünü de “bir”leştirmek, zahirini batını ile cem ederek orucu tutmaktır. Tevhidin beklentisi budur. Böyle olunca ibadet keyif olur, Müslüman’ın safası olur.
İbadet kaliteli olur.
Hz. Mevlana, Fihi Ma Fih adlı eserinde Hz. Ebubekir’den bahis ile bize Hz. Peygamber’in bir Hadis-i Şerif’ini hatırlatır. Mealini arz edelim:
Hz. Ebubekir’in fazileti, ibadetinin -namazın/orucun- çokluğundan değil, “kalitesi”ndendi!
Aşk ile muhabbetullah, muhabbet-i Resulullah ile ifa ve eda edilmesindendir. İbadetin âlâsı (fevki) aşk ile icra edilenidir.; özellikle altını çizeyim.
Tasavvufta kâmil olunanın iki yolu/aracı vardır, der büyükler. Zühd ile olanı, aşk ile varılanı… İlki nefsin tasfiyesi için perhizi; ikincisi ruhun tezkiyesi için aşkla yanışı ifade eder. Cenab-ı Pir’im iki sistemi “tekil’e” indirger. Zühdü aşka çevirir. Aşkta/aşkla çevirir. Ve sorar bizlere: “Sen orucun (hakikaten) ne olduğunu bilir misin?”
Ah orucun (Allah indinde) ne olduğunu bir bilebilsek! Anlatır bizlere… Orucun –tabir O’nun– çeşitli “hünerleri” vardır. Onlara kısaca değinmeden önce izin verin ey Aysha okuyucuları, size zıddından başlayarak orucun marifetlerini anlatayım.
Oruç, kanaatkârlıksa; israfın XXI. yüzyılımızdaki adı “obezite” olmalıdır!… Obezite, postmodern neoliberal geç kapitalizm insanının en belalı illeti. Sadece şişmanlama şeklinde değil, her şeye arsızca saldırmakla da kendini gösteriyor. Tüketim çılgınlığı, anlayacağınız.
Hırslarımız ‘obez’leşmiş durumda. Dahası gerek diye, hiç tatmin olmadan saldırıyoruz.
Oysa ki zenginlerin çılgınlığı ile kıyaslandığında açlar artıyor, dünyamızda. İnsancıllığımızdan kaybediyoruz ki, açın halinden toklar anlamıyor. Türkiye’nin sokaklarında “açız” tabelası ile dolaşan Suriyeli göçmenler var. Açız. Bu ülkede aç kalmamalı. Dinin komşulara verdiği talimattır bu. Komşun açken, uyuyamazsın; o uyku haram olmalıdır sana.
Oruç, insana açlarla empati yapmasını sağlar mı sizce? Paylaşmak, “infak eylemek” İslam’ın telkinidir. Ramazan o dağıtımın/o ruhun provasıdır, görene. Bu ayda kazanılan yardımlaşma, dayanışma, sosyal duyarlılığın sürdürülmesidir, esas olan. Yoksa, Ramazan mevsimlik bir Müslümanlık takvimi şeklinde görülmemelidir. Bir ayda Müslüman olmaya çalışıp, sonrasında –bayramın devamında- küfre sapmak değildir. Ramazan-ı idrak etmek!…
“Sürdürülebilirlik” önemli. Müslümanlık “sürdürülebilir” kılınmalıdır. Peki, orucun asıl hüneri nerededir? Oruç sadece açlık değildir, yemekten “uzak” kalmak değildir. Oruç ayı Hz. Mevlana’nın dile getirdiği gibi, Ramazan’da Cenab-ı Hakk’ın “Kerem sofrası” açılır. Manevi yiyecekler, nimetler donatılır.
Bu sofra, size “mirac(ınızın) azığı” olur. Anlayanlara tabii ki… Biz Mevleviler, somat/lokma duasını şöyle ederiz. Gülbank çeker ve deriz ki: (Farsça) “Mâ sûfiyân-ı râhîm mâ tabla-hâr-ı şâhîm Pâyende der ya Rab in kâserâ vu hanrâ”. (Yola düşmüş sufileriz biz, padişahın–Allah’ın(cc) nimetlerini yiyenleriz biz; Ya Rabbi, bu kâseyi, bu sofrayı ebedi kıl”.)
Amin.