Şafak Yıldızhan
Her anlamda hayatımızın özet cümlesi: “Bir alışveriştir yaşamak”.
Bu sadece maddi olarak değil, manen de böyledir. Kozmik olarak senin gönderdiğin enerji neyse karşılığında onu alırsın, paralel evrendeki alışverişimizin formülü bu. Ama bu yazımızda madden hayatımızın anlamı haline gelen para verip karşılığında aldığımız ürünlerden bahsedeceğim. Öncelikle sürekli gelişen teknoloji ve bilim; dünyamızı çok ileri bir düzeye taşıdı, kabul. Fakat sanayileşmenin ve küreselleşmenin sonucu gıda sektörü; sağlıklı yaşamı resmen baltaladı. Neden? Üretilen çoğu gıda pakete giriyor, raf ömrünü uzatmak için bir sürü katkı maddesi ekleniyor. Daha da kötüsü gıdalar işleniyor yani tarladan gelen mahsul ilk halinde asla kalamıyor. Çok daha kötüsü tarladan fabrikaya gelene kadar bile taşınma sırasında sağlam kalabilmesi için ilaçlar katılıyor. Beterin beteri var demişler evet o da şu; daha çok mahsul alınmasını sağlamak ve dış etkenlere karşı daha dirençli olsun diye genetiği değiştirilmiş tohumlar kullanılması. Evet tablo kötü, gıda terörü oldukça acımasız. Bizim kendimizi bu döngüden tamamen kurtarmamız imkansız. Ne yazık ki bizde tüm bu olumsuzlukların üzerine tuz biber ekiyoruz. Alışveriş stilimizin çarpıklığını üzücü bir şekilde gösteren bir tabloyla karşılaştım geçenlerde. Sizlerle de paylaşmak isterim. Bir alışveriş merkezinde market tarafında kasaya ulaşmak için sıra bekliyorum. Tabi bir yandan inceliyorum sepetleri (inşallah gözüm kalmamıştır birinde). Öncelikle hiçbir besin değeri olmayan adını koyamadığım paketler. Sonra tost ekmekleri, dilimlenmiş kaşarlar, ayranlar, işlenmiş et ve tavuk ürünleri. Konservenin bin bir türlüsü, kaynar su katılınca hazır olan bardakta makarnalar vs. Bu sepetlerin ilk sıkıntısı şu; aşırı katkı maddeli hazır gıdalar olması. Maalesef biz bunun farkında değiliz, gözümüz kapalı tüketiyoruz. Yediğimiz her katkı maddeli gıda bizim DNA‘mıza bozuk kodlar olarak katılıyor. Kadınlar olarak birer anne olduğumuzu veya olacağımızı düşünürsek durum çok daha vahim oluyor. Henüz dünyaya gelmemiş bebeklerin bile sağlığıyla oynuyoruz. Bakınız dünya sağlık örgütünün açıklamaları; beslenmeden kaynaklı genetik sorunlar. Listenin başında astım, bronşit ve alerjik rahatsızlıklar geliyor.
Peki ne yapmalı? Alacağımız hasarı en aza indirmek için bir acil eylem planı hazırladım.
- Beslenmemizin temel taşları proteinli gıdalardan başlayalım. İlk başta süt geliyor. Süt yapısı itibariyle çok fazla katkı maddesi alamaz bu bizim için iyi bir şey. Ama meyveli veya çikolatalı adı altında içine tatlandırıcı ve boya katılmış ürünlerden uzak durabiliriz.
- Yoğurt: Evde yapımı oldukça basit, ihtiyacımız olan şey; günlük süt ve yoğurt mayası. Kendi elinizle yaptığınız yoğurdun tadına aşık olacaksınız. Ayrıca kutu kutu ayran almamıza da gerek kalmaz evde kendimiz çırpabiliriz. Diyelim ki bunlar size zor geliyor, süt gibi yoğurt da çok fazla katkı kabul etmez o yüzden marketten güvendiğimiz markalardan alabiliriz. Tabi yine meyveli kisvesi altında bol bol glikoz şurubu katılmış olanlarından uzak durmalıyız.
- Et ve tavuk ürünleri; belki de en ciddiye almamız gereken madde budur. Bu ürünlerin helal kesim olduğundan emin olmalıyız. Şeffaf tesisleri olan yerleri tercih etmeliyiz. Bunun dışında işlenmiş olanlarına daha bir dikkat etmek gerek sosis salam vb.
- Ve son olarak şeker ve şekerli gıdalar. Bu kısım benim de ciddi olarak kendimle savaş verdiğim bir mesele. Ne yazık ki tatlı söz konusu olduğunda gardımı almakta çok yavaş davranabiliyorum. Ama şekerin fazla tüketimi -beynimize- bağımlılık yapan ilaçlar kadar zarar veriyor. Zaten vazgeçmemizin zor olması tam da bu sebepten. Aslında glikoz dediğimiz şey sadece tatlı olan besinlerde değil içinde nişasta olan her şey de var. Örneğin patates, pirinç, un. Yani biz vücudumuzun ihtiyacı olan glikozu ekmek yerken bile karşılıyoruz. O yüzden yediğimiz ekstra her tatlı şey bize yağ olarak geri dönüyor. Ekmek demişken beyaz ekmeği tahtından indirmenin zamanı çoktan geçti. Bu konuda da kısa bir araştırmayla çevremizde gerçekten tam buğday unu ile ekmek yapan fırınlar bulabiliriz. Eğer ben siyez unuyla evde kendim yapacağım derseniz zaten şahane olur. Şeker konusuna tekrar dönecek olursak. Anlık olarak bizi mutlu eden ve kısa süreli tokluk hissettiren gizli düşmanımız. Böyle söylüyorum fakat ondan tamamen vazgeçmek mümkün değil farkındayım, sadece kararlı bir şekilde sınırlamak gerekiyor. Örneğin ben kahvaltıdan sonra mutlaka tatlı bir şeyler yeme ihtiyacı hissederim – kan şekeri ile alakalı bir durum- şöyle lezzetli ekmeğe sürülen çikolatalar, fıstık, fındık ezmeleri filan yerdim. Sonra ne olduysa belki de aydınlandım(!). Markette o rafların önünde durdum, ürünlerin içindekiler kısmını uzun uzun okudum ve almayacağım dedim. Almadım. Almadım. Bir süre sonra da kendim reçel yapmaya başladım. Reçel çok mu sağlıklı diyeceksiniz(?)
Değil evet ama katkısız, daha az şekerli ve temiz üretim. Şöyle ki organik pazardan aldığım çilekleri bir bardak esmer şeker, limon, defne yaprağı, karanfil ve tarçın çubuğuyla bir gece buzdolabında beklettim. Ertesi sabah da kıvam alıncaya kadar kaynattım. Kendi damak tadıma göre aromalı mini mini bir reçelim oldu. Ve insanın ufak da olsa bir şey üretmesinin yaşatmış olduğu hazzı da terapi niyetine bonus olarak kazandım. Sonuç olarak artık kahvaltımda hazır aldığım ‘terör ürünü’ şekerli gıdalar yerine kendi reçelimi yiyorum.
Sağlımız için, gelecek nesiller için bilinçli tüketim yapmak zorundayız. Renkli paketlerin cazibesine kapılmadan ihtiyacımız kadar, doğala en yakın olanı satın almalıyız. Bu maddelerle biraz olsun farkındalık yarattıysam ne mutlu bana. Sevgili okur, sağlıcakla kal!