O, 30 yaşında ölümü hayata tercih eden ve bu seçimiyle son şiirini yazdığı da söylenen bir kadın: Sylvia Plath…
“Bir gün bir yerde, okulda, Avrupa’da, herhangi bir yerde, o boğucu çarpıtmalarıyla sırça fanusun yeniden üzerime inmeyeceğini nasıl bilebilirdim? O sırça fanus ki, içinde ölü bir kelebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür.’’ diyen Sylvia’yı hayatına biraz da olsa vakıf olduktan sonra okumak başka bir tat verecektir.
Sylvia Plath, “Başparmağımdan kesildim köküm toprakta kaldı.” sözüyle kendini olduğu gibi belli eden bir kadın ve bir şair. Sylvia Plath, hatta hem bir kadın hem de bir şair… Gizdökümcü şiir akımının bilinen temsilcilerinden Sylvia, feminizmin veya başka bir oluşumun temsilcisi olmayı amaçlayarak mı yazıyordu bilinmez. Muhtemelen derdi en başta çocukluğundan gelen depresifliğini bir şekilde akıtmak, “Sırça Fanus”undan çıkabilmek, babasına ulaşmaktı veya her neyse meselesi bunu içinde yaşadığı, tam ortasında olduğu şiirle yaptı. Anneannesi ve annesinin destek ve çabalarıyla en güzel okullarda burslarla okuyarak kendini inşa etmeye başladı önce. Üniversitede tanıştığı şair Ted Hughes ise bu inşanın bir başka boyutunu oluşturdu ve belki yıkımını da…
Alman bir baba ve Amerikalı bir annenin kızı olarak dünyaya gelen Sylvia, babasını on yaşında kaybetmiş. Sylvia Plath’in ruhuna dair pek çok şeyin kökeni, babasının varlığına-yokluğuna dayanıyordu denilebilir. “Daddy” şiirinde babasını bir Nazi subayına benzetip öfkesini ve içten içe kırgınlığını kusarken her şey ortaya dökülüveriyor zaten. Gerçekten de her on yılda bir intihar girişiminde bulunmasının ilk denemeleri bu zamanlara denk geliyor. Aslında oldukça gelecek vaadeden bir şair olarak çocukluğunda girdiği her yarışmayı kazanıp, her burs denemesinde iyi sonuçlarla ayrılıyor. Fakat otobiyografik romanında da yazdığı gibi yirmili yaşlarında da ikinci intihar girişimi gerçekleşiyor. Zaten manik depresif teşhisi bulunan Sylvia, elektroşok tedavi yöntemiyle iyi olması gereken yerde daha da kötüye gidiyor. Tek aşkı Ted Hughes’a ilk görüşte aşık olmuş ve kısa sürede evlenmiş olsalar da bu evlilik de başka mutsuzlukları getiriyor. Ted, Sylvia’nın ardından günah keçisi ilan edildi ama pek masum da sayılmazdı. Sylvia bir kız ve bir erkek çocuk dünyaya getirmiş, parasal sıkıntı içinde bir yandan anne bir yandan şair olmaya çalışırken, kocası tarafından sürekli aldatılmıştı. Büyük bir aşkla evlenmiş çift, sona doğru hızla ilerlerken aslında tüm yakın dostları Sylvia’nın mutsuzluğunun farkındaydı. Hayal ettiği gibi romanı Sırça Fanus ve şiir kitaplarını yayınlamış olmasına rağmen Sylvia çözümsüz bir tatminsizlik içinde gibiydi. Yine de umutla tutunacak şeyler bulabilme yeteneği henüz yok olmamışken, İngiltere’de kiraladığı evin İrlandalı büyük şair William Butler Yeats’ e ait oluşunu iyi bir işaret olarak yorumlamıştı. 11 Şubat 1963’de zor geçmiş bir kışın ardından o evde intihar etti. Bu kez diğerlerinden farklı olarak, başarmıştı maalesef… Ne zamandır bunu amaçlıyordu bilinmez ama fırının gazını açıp kendini zehirlemeden hemen önce çocuklarının odasına kurabiye ve süt koyup, gazın gitmeyeceğinden emin olmak icin kapı aralarını da bezle kaplayıp amacına ulaşmıştı. Son ana dek anneydi ve son hamlesi şiirden öte şiirseldi. İntiharından kısa süre önce yazdığı Lady Lazarus’da da açıkça söylüyordu:
“Ölmek,
Bir sanattır, her şey gibi.
Eşsiz bir ustalıkla yapıyorum bu işi…’’
Bipolar bozukluğun, kötü bir evliliğin ve içindeki yorgunlukların önüne hiçbir şey geçememiş ve Sylvia Plath ölümü tercih etmişti. Ne çocukları ne de şiir. Her şey olabilecekken hiçliğin arasına sıkışan bu kadın, farkındalıkların ağırlığıyla ezildiğinde daha otuz yaşındaydı.
Şanslı azınlık hariç sanatçıların değişmez kaderidir, ölümlerinden sonra yüceltilmek. Syvia için de geçerliydi. Hayatı boyunca şiirlerinin sevilip sevilmediğinin bir türlü farkına varamayan, iyi bir yazar olduğunu ispat edemeyen Sylvia, şimdi giz dökümcülük denince akla gelen ilk isim.
Ölümünün ardından sayısız ödeve konu olan, üzerinde çalışmalar, araştırmalar yürütülen, hayatı didik didik edilen Sylvia’nın ölümü kulağa romantik gelebilir; evet, hatta şiir gibidir de ama keşke şiir ölmese…