Benim Ekim Filmlerim

Merve A. Tokyay

Bu yıl 28 Eylül- 8 Ekim tarihleri arasında gerçekleşen ‘’filmekimi’’, bol ödüllü yönetmenlerin ve filmlerinin, iyi Hollywood oyuncularının filmleriyle dolu. Bu yoğun ve kalabalık ve doludizgin günlerin içinde vakit bulup da gidebilirseniz diye küçük bir seçki hazırladım. Ve elbette İKSV’ye yaptığı her işte sonsuz destek! İyi seyirler!

 

  • Bu seneki Cannes Film Festivali’nin Yönetmenlerin 15 Günü bölümünden büyük ödülle dönen Fransız yönetmen Claire Denis’nin filmi, Un beau soleil intérieur / Bright sunshine in. Juliette Binoche’a uzun zamandır oynadığı en güzel rolü veren Denis’nin filminde, boşanmış, tek çocuklu bir kadının “gerçek” aşkı araması ironik bir dille anlatılıyor.

 

  • Onur Ünlü’nün prömiyerini filmekiminde gerçekleştireceği “Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok” yönetmeni Polis günlerine götüren bir film olur mu diye merakla bekliyorum. Filmin konusu şöyle: Salim, 30 yaşlarında bir cinayet masası dedektifidir. İçine kapanıktır. Ayrılmış olduğu karısından, çok da ilgilenmediği 3 yaşlarında bir kızı vardır. Salim, yeni bir cinayet davası üzerine çalışırken, bir süredir devam etmekte olduğu göz tedavisinin sonuç vermediğini ve zamanla tamamen kör olacağını öğrenir. Bu gerçekle baş etmeye çalışırken ilgilendiği davada öldürülen kişinin karısı Handan Hanım’ın da kör bir piyanist olması, Salim’in durumunu daha da ilginç kılar. Dava süreci ilerledikçe Handan Hanım’a fena halde gönlünü kaptıran Salim, ondan yüz bulamayınca ilgisini cinayetin bir numaralı katil zanlısının kör karısı Leyla’ya yöneltir. Ama şüphesiz en tuhafı, Salim’in canından çok sevdiği annesinin yaşlı ve kör bir fahişe olmasıdır. Olaylar geliştikçe Salim daha da körleşir. Ya da Salim körleştikçe olaylar gelişir.

 

  • Michael Haneke’nin Cannes’da yarışan son filmi Mutlu Son, gitgide duyarsızlaşan toplumumuzu, burjuva bir aile ve sosyal medya üzerinden anlatıyor. Filmin başrollerini Haneke’nin fetiş oyuncularından Isabelle Huppert, Jean Louis Trintignant ve yönetmenliğiyle de tanıdığımız Mathieu Kassovitz paylaşıyor. The Guardian gazetesinin “saf psikopatlığın şeytani pembe dizisi” sözleriyle tanımladığı Mutlu Son, Haneke’nin işlevsiz aile, intikam, suçluluk ve bastırılmış duygular gibi alışageldiğimiz temalarını ele alıyor.

 

  • Dünya prömiyerini Eylül’de Altın Aslan için yarıştığı Venedik Film Festivali’nde yapan “anne!” daha ilk gösteriminde hem eleştirmenleri hem sinemaseverleri ikiye böldü, hem yuhalamalar hem alkışlarla karşılandı. Film ekibinin “cesur, benzersiz, eklektik”, eleştirmenlerin “müthiş, ürkütücü, muhteşem” diye tanımladığı, anne!’nin, Darren Aronofksy’nin bugüne kadar yönettiği en şaşırtıcı, en sürprizli film olduğu söyleniyor.

 

 

  • Gelmiş geçmiş en büyük heykel sanatçılarından Rodin, ölümünün yüzüncü yıldönümünde yapıtlarının yanı sıra aşklarını da ele alan büyük bütçeli, göz alıcı bir filmle de gündemde. Dünya prömiyerini Cannes’da yapan Rodin, “Düşünen Adam” ve “Öpücük” gibi şaheserlerinin temeli olan “Cehennemin Kapıları”nı Paris’te henüz tamamlayan usta sanatçı Auguste Rodin’i sanatı ve çalkantılı özel hayatı prizmasından bakarak gözlemliyor.

 

  • Amerika İç Savaşı sırasında Kuzeyli Onbaşı McBurney yaralanınca, erkeklerini savaşa uğurlamış bir grup kadının ikâmet ettiği bir okula sığınır. Onbaşı, yardıma muhtaç halde düşmandan merhamet beklemekte, iyileşip güvenli bölgeye kavuşmanın hayallerini kurmaktadır. Bir korku öznesi olarak bulunduğu evde bir arzu nesnesine dönüşmesi ve evdeki dengeleri büsbütün bozması uzun sürmeyecektir. Amerikan bağımsız sinemasının en heyecan verici yönetmenlerinden Sofia Coppola, 1971’de Don Siegel’ın Clint Eastwood’la beraber oldukça “erkeksi” bir yerden sinemaya aktardığı hikâyesine sil baştan bir kadın bakış açısı kazandırıyor. Hem gerilimli hem komik The Beguiled, cinsiyetler gerilimi üzerinden yol alan, alabildiğine yaramaz, zımba gibi bir dönem filmi.

 

 

  • Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos’un The Lobster’dan sonra İngilizce çektiği ikinci filmi, izleyicisini her zamanki gibi tekinsiz, oyunbaz ve özenle tasarlanmış yeni bir lanetli Lanthimos evrenine davet ediyor. Kutsal Geyiğin Ölümü başarılı bir cerrah ve babasının boşluğunu onunla doldurmaya çabalayan bir ergen etrafında dönüyor. Tuhaf ikili, aileleriyle tanıştığında işler daha da tuhaflaşıyor ve muzip bir tür Alacakaranlık Kuşağı hikâyesi ortaya çıkıyor. Lanthimos bedensel şiddetten doğan mizahı da her daim olduğu gibi filmine tatminkar miktarda eklemeye devam ediyor. Aileye, suçluluk duygusuna ve sınıfa dair, etkisinden kurtulması çok zor bir soğuk duş bu film.

 

  • Büyük Alman sinemacı Wim Wenders’in merakla beklenen son filmi, Somali’de kum çöllerinden Normandiya kumsallarına, derin denizin nefes kesen görüntüleri ile müthiş kadrosundan aldığı güçle çarpıcı bir seyirlik sunuyor. San Sebastian Film Festivali’nin açılış filmi olan Derin Sular, Normandiya’da birbirine âşık olup tehlikeli görevler peşinde ülkeden ülkeye seyahat etmek zorunda kalan, ancak kader ve şartlar yüzünden bir türlü kavuşamayan bir hidrolik mühendisiyle bir biyo-matematikçinin romantik hikâyesini anlatıyor.

 

 

  •  Bir zamanlar bizzat Act-Up Paris’te görev almış olan yönetmen Robin Campillo, Cannes’da izleyiciler kadar eleştirmenlerden de övgü alan yeni filminde, 1990’ların başında AIDS’e karşı farkındalık yaratmaya çabalayan bu aktivist örgütün hikâyesini anlatıyor. Film, anlatısal olarak çok keskin manevralara sahip, sürprizlerle dolu bir dram. Cannes ana yarışma jürisinin başındaki Pedro Almodovar’ın en çok etkilendiği ve hatta basın toplantısı sırasında gözyaşlarını tutamadığı Kalp Atışı Dakikada 120, Fransa’nın Oscar adayı olarak seçildi.

 

 

Henüz Yorum Yok

Bir Cevap bırakın

seo