On bir ayın sultanı Ramazan ayına bir kez daha erişmiş olmanın mutluluğunu yaşadığımız bu günlerde, Aysha Dergi olarak; Mehmed Fatih Çıtlak ile özel bir röportaj gerçekleştirdik. Fatih Çıtlak Hoca ile Ramazanı, tasavvufa yönelişini, gerçek aşkı ve yöneticisi olduğunu İnsan ve İrfan Vakfı’nı konuştuk.
Fatih Hocam sizin çok kıymetli bir anne- babanın evladı olduğunuzu biliyoruz. Nasıl bir ortamda yetiştiniz?
Bizim ev, hem hane halkı açısından hem de gelen misafirler açısından eşsiz diyebileceğim güzellikteydi. İlkokula gitmeden önce ‘kesik bacaklı İsmail Efendi’’ diye bilinen Reis’ül Kurra ve onun talebesi Ali Akkuş hocadan tecvid ve elif-ba derslerini öğrendim. 5 yaşındayken Ahmediyye ve Muhammediyye’yi Osmanlıca’dan okuyabiliyordum. Babam alimlere karşı çok hürmet eden, Ali Yakup Hoca’nın tabiriyle söylüyorum ‘deli cömert’ denilen bir adamdı. Evinde misafir ağırlamayı sever, hiç parası olmasa bile yolda birisi ondan para istese borç isteyip ihtiyacını karşılar, özellikle hocaları yerleştirir, yedirip içirir, memleketine gidecekse gönderirdi. İlmiyeye çok meraklıydı.
Ezanın okunmadığı, Kur’an-ı Kerim’in okunmasının yasak olduğu zamanlarda Rum köylerinde arama yapılmıyor diye oralara gidip mağaralarda okumuş bir insandır. Çarşambalı meşhur Mahmud Efendi Hazretleri’nin de medrese arkadaşıdır. Validem de İstanbul Kız Lisesi’ni bitirdikten sonra hep ilimle meşgul olmuş. Daha genç yaşında Ali Ulvi Kurucu Hocalarla birlikte o zamanın İslam dergisinde yazılar yazmış, şiir yarışmalarında Türkiye dereceleri kazanmış birisidir. Evimizde ilim meclisleri olurdu. Tartışmalar bazen siyasi de olsa çok seviyeli olurdu.
Eniştelerimin tarihçi oluşu, kitaba meraklı oluşlarıyla beraber biz çok seviyeli tartışmalara evimizde şahit olduk. Hocaya karşı saygısızlık bizde affedilmeyecek en önemli şeydi. Dersler düşük olabilirdi, fakat hocaya saygısızlık varsa ki bu inançsız bir hoca bile olsa eğer hocaya şahsi bir saygısızlık yapıldıysa bizim ailede asla kabul edilemez, müsamaha gösterilemezdi. Öğretmen, hoca denildiğinde, mesleği, fikri ne olursa olsun asla saygısızlık kabul edilmezdi. İşte biz bu ortamda yetişmeye gayret ettik. Kıymetli hocaların, yani bugün artık tarihe mal olmuş olan insanlar bizim ailemizin büyükleriydi. Hürmetle yad etmek için söylüyorum Mehmet Zahid Efendi, Gönenli Mehmet Efendi Hazretleri, Ali Yakup Hoca ayrıca benim hat hocalarım Saim Hoca, Ali Alpaslan, Hasan Çelebi gibi hocalar bizim büyüklerimiz olmuştur.
Sizin tasavvufa yönelişiniz nasıl oldu?
Ben 10 yaşlarında İmam Hatibe başlarken babam beni elimden tuttu Mehmet Zahid Efendi Hazretleri’nin kapısına getirdi. Benim için o muhteşem bir andır. Onun o gözleri, bakışları, nazarları tarif edemeyeceğim bir şeydir. Ben öyle bir güzelliği ömrümde yaşamadım. O nazarlarını hala üzerimde hissederim. O nazarlarla ahirette buluşmayı ümid ederim.
Babamın üzerimdeki en büyük hakkı doğru insanlarla beni tanıştırması oldu. Asla hakkını ödeyemeyeceğim sadece bir şeyini söyleyin deseniz alimler karşısında beni dizüstü çöktürüp o insanlarla nasıl bir arada olunacağı ahlakını vermesidir. Bu hususta kendimi çok bahtiyar hissediyorum. Belki layığını yapamadım ama en azından nasıl yapılabileceğini görmek açısından babamın bu hususta hakkını asla ödeyemem. Bizim okuldan kaçmalarımız da olurdu. Okuldan kaçmayı matah bir şey zannederdik ama biz Gönenli Mehmet Efendi’ye kaçardık.
Hocaya Karşı Saygısızlık bizde affedilmeyecek en önemli şeydi. Dersler düşük olabilirdi, fakat hocaya saygısızlık varsa ki bu inançsız bir hoca bile olsa eğer hocaya şahsi bir saygısızlık yapıldıysa bizim ailede asla kabul edilemez, müsamaha gösterilemezdi.
Muhterem Gönenli Mehmet Efendi ile yakınlığınızdan ve o günlerinizden bahseder misiniz?
Gönenli Mehmet Efendiyle 14 sene haftada 2-3 gün görüşmek nasip oldu. 1977’den 1991’e kadar 14 sene boyunca hiç soru sormadan hep cevap aldım. Bu ufak bir şey değildir. Hoca efendi beni çok himaye etti eğer Gönenli Mehmet Efendi olmasaydı, tabii ki hidayet Allah’tandır ama ben bugün hangi meyhanede hangi arkadaş grubunda nelerimi kaybetmiş vaziyette olacağımı tahmin bile edemiyorum. Çünkü çok inişli çıkışlı çok karışık bir hayatım oldu. Ailem hayatıma müdahale etmedi. Belli bir yaştan sonra benim hayatım hakkında bir şey bilmezdi ailem. Beni bu zatlar tuttu. Himmetleri ve birebir takipleriyle.
Nasıl bir yakınlık olduğunu şöyle söyleyeyim, 1991 senesi Aralık ayının son günleriydi Gönenli Mehmet Efendi dedi ki; “Oğlum bir haftam var, haftaya cuma akşamı göçüyorum, hazırlığını yap.” dedi ve böyle göçtü. Bu zatlar böyle insanlar. Şu anda 5 dakika olsun benimle burada otursun, 5 dk beraber olmak için hayatımın kalan kısmını verebilirim. Hala sağımız solumuz bozulduğunda müdahale eden biridir. Bir insan çok hacca gittiğinde artık hacca gidişiyle alakalı heyecanı azalabilir. Ama Gönenli öyle değildi. Hac mevsimi geldiğinde ilk hacı kafileleri gitmeye başladığında ağlayarak vaaz ederdi. Onlar şimdi Allah’ın Beytine gidiyorlar diye hüngür hüngür ağlardı. Bitmeyen bir aşk hatta şevk. Yani yaşadıkça isteğin artması.
Kur’an’da aynı şekilde. Kur’an-ı Kerim’e saygısı Ramazanlarda zirve olurdu. “Kur’an-ı Kerim ‘in tüm nüshalarını ortadan kaldırsalar, yazılı bir nüsha bile kalmasa akşama otururum sabaha kadar, secavendlerine, ara duraklarına kadar elhamdülillah yazdırırım” demişti. Kur’anı Kerim’i okurken bazen gözlerinin rengi kaybolur gözlerinde bulutlu bir derinlik olurdu. Hoca efendinin gözlerine bakamazdık. O ayetler sanki o an nazil oluyormuş gibi bir hayranlıkla okurdu. Son Ramazanın da o kadar rahatsız olmasına rağmen sadece zemzem içerek Ramazan orucunu da tutmuştur. Bize ‘’Elhamdulillah Kur’an ve Zemzem ile doyuyorum’’ demiştir. Kur’an’ ın bereketi hiçbir şeye benzemez oğlum derdi.
Ben 14-15 yaşındayken kendimi en kavi en sağlam Müslüman olarak görüyordum. Etrafımdaki birçok insanı düzenin Müslümanı, kafir, münafık şeklinde tanımlıyordum. Kendimi çok dindar görüyordum. Lisedeyken okuldan gelince birkaç saat uyurdum sadece, geceleri uykum yoktu. Devamlı tefsirlerle meşgul olurdum. İnsanlar Peygamberi bilmiyorlar, Kur’an-ı bilmiyorlar diye bir öfkeyle, tartışmalarla, münazaralarla geçiyordu günlerim. Sonra bazı zatlarla tanıştım. Onlarla tanıştığım gün anladım ki henüz ben Allah’a ve Rasülüne iman etmemişim. Benim için çok sarsıcı bir tecrübeydi. Çünkü neticede namaz, kitap, Kur’an bilmiyor değildim, serseri değildim. Oranın adamıyım diye kendimi gördüğüm sırada bu kadar uzak olduğumu görmek benim için çok sarsıcıydı. Mesnevi’yi uyumadan önce 50-60 sayfa okuyup yatardım. Ama artık 2-3 sayfa okuyamayacak hale gelmiştim. Çok ağır gelmeye başladı. O metinlerin başka şeyler söylediğini anlamaya başlamıştım.
Çok anladığımı söyleyemem ama nazarıyla bana bambaşka dünya açan, meşayıh denilen, asıl meslekleri insan yetiştirmek, kalp yetiştirmek ve aşkullahı, aşkı resullullahı insanlara hiç ummadığınız zamanda alelade ortamda birden akıtıveren bu işin erbabı olan zatların nazarına uğradığımı düşünüyorum. Ondan sonra ne oldu bilmiyorum. Tiryakilik oldu. Aşk diyemem. Çünkü aşkı çok iyi anladığımı düşünmüyorum.
GERÇEK AŞK, ROMANLARDA YA DA DIZILERDE OLANLARLA KIYASLANAMAZ
Aşk kavramı çok kullanılan ama pek anlaşılamayan bir tabir, nedir aşk?
Aşk çok yüksek bir mertebedir. Alelade romanlarda, sinemalarda görülen aşkı söylemiyorum. Bu dizilerde, hikayelerde falan aşk diye anlatılan şeylerin ben tekke odasında bir dakikalık bir sahneyle bile kıyaslamam. Çok basit, çok sahte, çok sığ geliyor bana. Eğer onların anlattığı aşksa Mehmet Zahid Efendi’nin gözlerinde gördüğüm neydi? Size bir ömrü hiçbir şeyi umursamayacak şekilde geride bıraktıran o nazarlar neydi? O kokular, o rüyalar neydi? Sadi bir beytinde şöyle diyor; “Madem benimle ülfet etmek derdinde değildin, niye rüyalarıma girdin?’’ aşkı anlatırken böyle anlatıyorlar.
Aslında Hz. Mevlana’nın herkes tarafından bilinen fakat künhüne hiçbir zaman vakıf olunmayan bir sözü vardır. ‘’Hamdım, piştim, yandım.’’ Herkes bunu böyle yutkunur, sineye çeker hiçbir mana da veremez. Ham olmayı ve pişmeyi anlıyoruzda yanmak neyin nesi? Hamken bir şeyin pişmesi güzeldir ama yanması, bir yemeğin yanmasıysa çok cazip değildir. Ama öyle değil. Bir yol düşünün her an ufacık bir kıvılcım gördüğünde şeytanın söndürdüğü, orda en ufak bir meşaleye bile müsaade etmediği bir yol düşünün. Bu yolun aydınlanması nasıl olur? Allah bu yolun sahibidir. Fakat bu yola sahip çıkmamızı emretmiştir. Onlar bu yolda koruculuk yapmamış, değnekçilik yapmamışlar. Kandil olmuşlar. Yanmışlar.
Nasıl gidilir bu yolda? Ben senin için yandım, sen bana bakma aydınlattığım yola bak diyecek kadar muazzam bir sözdür bu. Popüler bir şeyleri duyuyoruz ama ne olduğunu bilmiyoruz. Yani düşünebiliyor musunuz ne muazzam bir şey bu. Kendisini yakmak ve bu ateşte de sen kimsin diye sorulduğunda, ‘’Ben daha önce yanan ateşin ışığıyım, sen ona bakma sen de tutuştur kendini‘’ diyecek kadar serdengeçti insanların bıraktığı bir mirasta, sen bu işin neresindesin diye sorulduğunda ne cevap verebilirsiniz? O yüzden onlar baştan kibri kesmişler. Başkalarının nasıl zannettiği hususunu da baştan kesmişler. Bu yolun bu cazibesini ben hikaye olarak değil hayatlarıyla yaşayan insanlar gördüm.
GÜNÜMÜZDE İRFAN VE BİLİNÇ EKSİKLİĞİ VAR
İnsan ve İrfan Vakfı yöneticisisiniz. Vakıf ne amaçla kuruldu ve faaliyetleri nelerdir?
Herkes kendine göre doğaya, insana hizmet ettiğini söylüyor. Ama bizde insanın manasına hizmet çok önemlidir. İnsanın maddesiyle ilgili ne varsa manasıyla ilgili olmadır ki insan yetişsin. İnsan bir yönüyle maddedir bir yönüyle manadır. Ne sadece mana yönüne yani ruha insan denir, ne de sadece bedene insan denir. Allah’ın murad ettiği insanı ortaya çıkarmak için hayatın her safhasında ona kendi güzelliğini, emanetini hatırlatabilecek neler yapılabilir diye düşündük. Mesele buradan kaynaklanıyor. İrfan ise; insanın didaktik olarak öğrenebileceği bir şeyin insanın ruhunda sahip çıktığı bilgiye dönüşmesine denir.
Mesela bugün öğrenmek ile ilgili hiç sıkıntı yok. Fakat bu kadar bilgiye rağmen bu kadar bilinçsizlik tarihin hiçbir döneminde görülmemiştir. Arama motorlarına Ramazan kelimesini yazdığınızda binlerce bilgiye bir anda ulaşabiliyorsunuz. Fakat Ramazanı yaşayan insan göster dediğinizde bunu etrafınızda bulamıyorsunuz. Bir eksik var, o eksik irfan eksiği, bilinç eksikliği. Herkes çok biliyor ama bunu özümseyen insan az. Biz burada bunu arıyoruz. Vakıfta geleneksel sanatlar eğitimi de veriliyor. Şu anda hat sanatı dediğinizde yüzlerce eğitim imkanı bulabilirsiniz. Fakat hattın sadece meşkini değil, o hattın yazılmasına sebep olan o aşkın meşkini de verirseniz işte buna irfan denir.
İslam’ın sanata bakışı nasıldır?
Sanat konusunda ehil kimselerden edindiğim bilgiler ışığında söyleyebilirim ki, sanatkar kendisinde olan yeteneği en güzel şekilde ortaya koyup herkesin muhteşem ve muazzam dediği bir noktada, kendisinin de çok güzel olduğunu söylediği anda “Ya Rabbi bunun ben değil sahibi, sensin. Tenezzül ettin benim elimden bu güzelliği zuhur ettirdin. Ben sana karşı nasıl hamd edeyim‘’ dediğinde İslam’ın sanata bakışı başlamış oluyor. İslam sanatı nefesi tutturur. Orada amaç sanatı ortaya çıkarmak değildir. Bir noktada devamlı durmak zaman kaybı değildir. Orada amaç kendisindeki emaneti ortaya çıkarmaktır. Kendi üzerindeki sanatı ortaya çıkarmaktır. Bu koşuştururken ortaya çıkmaz. Bu durarak ortaya çıkar. Mesela Ramazan yemeden içmeden kesil diyerek insanı durdurmadır, kendini buldurmadır. Hac vakfede durdurur ve hayatına batırtır.
Namaz 5 vakit kendini durdurmadır. Zekat mal kazanmayı durdurmadır. Bu hareketsizlik değildir. Okun daha ileriye gitmesi için geriye çekilmesidir. At üzerinde bile olsanız bu durdurmayı yapabildiğinizde, o nefes kontrolünü yaptığınızda yine de hedefi vurursunuz. Nefesle nefis kontrolü aynı şeydir. İslam sanatlarının hepsinde bunu görürsünüz.
BİRBİRİMİZLE BERABER OLMAYI ÖĞRENMEK MECBURİYETİNDEYİZ
Ramazan ayında ne yapmalıyız diye sormadan önce ne yapmamalıyız diye sormak istiyorum ki bu aya layık olalım..
Eskilerin çok güzel bir sözü vardır. Faydalı olamıyorsan bari zarardan kaç diye. Bir kere Ramazanın ahlaki yönden muhakkak bize bir şey kazandırması gerektiğini unutmamak gerekiyor. Ramazan Kur’an-ı Kerim ayıdır denildiğinde, Kur’an’ın çok okunması gibi düşünülse de hadisi şeriflerde şunu görüyoruz; “Ben 2-3 günde bir hatim yapıyorum Ya Rasulallah’’ diyen bir kişiye efendimiz buyurdu ki; ‘’Biraz daha uzun zamanda yap hatmini, çünkü ayetlerin üzerinden hızlı gidersen düşünemezsin.’’ Bu hitabından anlıyoruz ki Kur’an okumaktan murad, ayetlerini ahlak olarak anlamaktır. Şunu söylemek isterim ki maalesef Kur’an’ın anlaşılması ile alakalı herkesin bu kadar çok konuşmasına rağmen hala çok çok gerilerdeyiz.
Dedikodudan uzak olmak, hane halkına daha güler yüzlü olmak, nefsiyle alakalı değil ruhuyla alakalı güzellikleri keşfedebilmek Ramazanın tamamen içinde barındırdığı bir hal olması gerekiyor. Ramazan Allah’a muhabbetin ortaya çıkması demektir. Bize bahşedilen ahlakın ortaya çıkması demektir. Sürpriz bir tavsiye yapacağım belki bazıları kızacak bana, mesela Kur’an-ı Kerim hatmini okurken İmam Gazali’nin Kimya-i Saadetini de okusunlar. Bundan maksad Kur’an-ı Kerim e ayırdığı zamanı azaltmak değil. Kur’an-ı Kerim’i okuyan insan olarak kendilerini onlara tanıtmak. Gazali’den bir gıybet maddesini okusunlar, orucun adabını okusunlar bu Ramazan. İnanın ki Ramazanlarında farklı bir bilinç ve anlayış düzeyine ulaşacaklardır. Kur’an’ı Kerim bu ayda indi diye çok okuyun demek değildir. Bu ayda inen Kur’an-a yakışmayan ahlakı bu ayda yapmayın demektir. Allah (CC) Kur’an’ı indirirken bu ayı seçerek indirdi o halde sen de bu ayda esas fıtratına uygun olarak yaşa.
Yaşa ki ( Ramazan sonundaki bayramın adı fıtırdır yani fıtrat demektir) fıtır bayramına erişmiş ol. TV’lerde ise durum biraz ilginç. Yemenin içmenin kesilip de maneviyatla daha çok ilgilenmemiz gereken bir ayda yemekle içmekle alakalı şeylerin on kat daha tavan yaptığı bir mevsime girilmesi, kıyıda köşede kalmış tariflerin Ramazanda ortaya çıkarılması bu yanlış anlamanın hangi boyuta geldiğini gösteriyor. Galiba günümüzde biz, bildiğimiz şeylerin içinin nasıl boşaltıldığını bilmiyoruz. Bunu bir an önce keşfettiğimiz de mesele hallolacak. Ama bu birbirimize kızmakla hallolmaz. En önce biz birbirimizle beraber olmayı öğrenmek mecburiyetindeyiz. Birbirimize baktığımızda kardeş olarak görmeli ve merhamet etmeliyiz. Bu olmadan birbirimize parmak sallayarak ayar vermekle olmaz. Olsaydı bunu Efendimiz (sav) yapardı. Efendimiz en önce merhamet etmiş sonra insanları irşad etmiştir. Merhametsiz olanların irşad etmeye hakkı yoktur. Hak da onlarla beraber değildir ki nasıl irşad etsinler.
Son olarak eklemek istediğiniz bir konu var mı?
Şunu merak ediyorum ve sıkça konferanslarımda söylüyorum. Bugün her şeyin organiği, tabii olanı aranıyor. Tohumlar araştırılıyor, arıların izi sürülüyor. Çiçeklerin tohumları kaybolmasın, göç yolları bozulmasın diye milyonlarca dolar fonlar aktarılıyor insanlık buradan bir yol bulsun doğa kaybolmasın diye. Peki insandan daha kıymetlisi yaratılmamışken, bu kadar hayvanın nebatatın tohumun izi sürülürken insanlığa felah ve refah kapısı açmış, kalplerindeki sıkıntıları gidermiş bunca nebinin, velinin, arifin izi neden sürülmüyor. Neden bunların hayatlarına demode gibi bakılıyor da takip edilmiyor. Başka her şey izi sürülmeye layık görülüyor da nasıl oluyor da insanlık hakkında bu kadar başarıya ulaşmış ve insan yetiştirmiş kişilerin hayatlarına, bıraktıkları eserlere eski hikaye denilip nazar bile edilmiyor, takip etmeye tenezzül edilmiyor.
Bence biz insanın ne olması gerektiğine karar vermek ve nerden başlamak noktasına gelmişsek, ilk önce bunu başaranlarla bu işe başlamamız icab ediyor. Onların nasıl yaşadıklarıyla alakalı ciddi bir araştırma yapılması gerekiyor. Başladığım yere dönersek aile hayatımda yaşadığım ortamlarda bunlara sahip çıkan ve bunların mirasını devam ettiren insanların bereketiyle bugün en azından doğru yapabildiğim şeylerin bunlarla alakalı olduğunu düşünüyorum. Fatiha Suresinde, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna diyor Hz.Allah, sapmış-azmışların yollarına değil. Fatiha’da anlatılan kendilerine nimet verilenlerinin bahsi Nisa Suresinde nebiler, sıddıklar, şehidler ve salihler olarak zikrediliyor. Beraber bunun izini sürelim. O zaman başka güzel şeyler konuşuyor ve birbirimizle başka güzel şeyleri tartışıyor olacağız.