Vaktiyle bir bilge, öğrencisinin eline çok parlak bir nesne verip: “Oğlum! Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatını öğren.” der. Öğrenci elindeki ile çevresindeki esnafı gezmeye başlar. İlk önce bir bakkala girer ve “Şunu kaça alırsınız?” diye sorar. Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği nesneyi eline alır, evirir çevirir, sonra: “Buna bir tek leva veririm. Bizim çocuk oynasın.” der. İkinci olarak bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği nesneye ancak beş leva vermeye razı olur. Üçüncüsünde bir semerciye gider. Semerci nesneye şöyle bir bakar, “Bu benim semerlere iyi süs olur. Buna on leva veririm.” der. En son olarak bir kuyumcuya gider. Kuyumcu öğrencinin elindekini görünce yerinden fırlar. “Bu kadar değerli bir pırlantayı, mücevheri nereden buldun?” diye hayretle bağırır ve ilave eder. “Buna kaç leva istiyorsun?” Öğrenci sorar; “Siz ne veriyorsunuz?” Kuyumcu; “Ne istiyorsan veririm.” der. Öğrenci, “Hayır veremem.” diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar: “Ne olur bunu bana satın. Dükkanımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim.”
Öğrenci emanet olduğunu anlatıncaya kadar bir hayli dil döker. Mücevheri alıp kuyumcudan çıkan öğrencinin kafası karmakarışıktır. Böylesi karışık düşünceler içinde geriye döner. Bir tarafta elindeki nesneye yüzünü buruşturarak 1 leva verip onu oyuncak olarak görenler, diğer tarafta da mücevher diye isimlendirip buna sahip olmak için her şeyini vermeye hazır olan ve hatta yalvaran kişiler… Bilgenin yanına dönen öğrenci, büyük bir şaşkınlık içinde başından geçenleri anlatır. Bilge sorar: “Bu karşılaştığın durumları izah edebilir misin?” Öğrenci: “Efendim, ne diyeceğimi bilemiyorum, kafam karmakarışık.” diye cevap verir. Bilge çok kısa cevap verir: “Bir şeyin kıymetini ancak onun değerini bilen anlar ve onun değeri bilenin yanında kıymetlidir.”
Kıymetini idrak edip, hakkı ile değerlendirmeye çalışanlar için, Ramazan Ayı’nın bitimi buruk bir hüzündür aslında. 11 ay sonra yeni bir Ramazan’a kavuşabilmek kısmet işidir çünkü. Bu yüzden sağlık problemi olmasına rağmen oruç tutma arzusu ile yanıp kavrulan, tutamadığı için kendini suçlu hissedip dertlenen kişilerin çektiği acıyı, en ufak bir durumu oruç tutmamak için bahane vesilesi kılan kişiler anlayamaz. Kişisel manevi bakımlarımızın gerçekleştiği Ramazan ayı, Allah’ın razı olacağı şekilde idrak edildiğinde, cehennemden kurtuluş, cennete giriş müjdesini barındırır. Peygamber Efendimizin 3 kere “Burnu sürtülsün, burnu sürtülsün, burnu sürtülsün” sözü aslında bu müjdeye mazhar olamayanların acıklı durumunu tasvir etmesi açısından ne kadar manidardır. Bu dehşet içeren ikaz cümlelerini duyan sahabe, Peygamber Efendimize; “Kimin burnu sürtülsün ya Resulallah?” diye sorar. “Ramazana girip de ondan günahları bağışlanmış olarak çıkamayanın burnu sürtülsün.” cevabı, bu sayılı günleri beratımıza vesile olacak şekilde değerlendirme azmi içinde olmamız gerektiğinin de ifadesidir. Zaten Recep ve Şaban aylarında tutmaya başladığımız oruçlar, idrak ettiğimiz kandiller Ramazan’a hazırlanmanın yanı sıra; bilinç tazeleme, sayılı günler ile ilgili farkındalığımızı artırma vesilesidir.
Ramazan Ayı manevi hayatımızda bir yoğunlaşma sağladığı gibi, kendine has kavramları, yeni alışkanlıkları, günlük ritüelleri de içinde barındırır. İmsak, iftar, fitre, zekat, sadaka, infak, mukabele bir nevi Ramazan’ın kendine has dilidir. Bir ay boyunca, zihin ve davranış dünyamız bu kavramlar ile örülürken, Ramazan Ayı’nın sonuna doğru yeme, uyuma ve manevi hayatımız ile ilgili yeni alışkanlıklar edindiğimizi de fark ederiz.
Peygamber Efendimizin 23 yıl süren tebliğ döneminde diğer tüm savaşlarından ve harekâtlarından farklı öneme sahip bir sefer ile karşılaşırız İslam tarihi kaynaklarında: Tebük Seferi. Bu seferi farklı kılan, yolculuğun uzun olması, başta sıcak ve açlık olmak üzere son derece ağır şartlar altında gerçekleşmesi ve savaşılacak ordunun da büyük bir ordu olmasıdır. Böylesi zorluklarla dolu sefere katılarak Allah ve Resulüne imanlarını ispat eden müminlere Peygamber Efendimizin savaştan dönerken söylediği bir cümle çok düşündürücüdür: “Şimdi küçük cihaddan büyük cihada giriyoruz…” Ashab-ı Kiram merakla sorar: “Büyük cihad nedir ya Resulallah?” “Nefisle cihad.”
Ramazan Ayı’nın sona ermesi ile acaba bizler de yeni bir cihada başlıyor muyuz? Ramazan Ayı, nefisle cihadın her alanda yapıldığı bir meydandır. Tüm bedeni ve nefsi arzularımıza bu ay içerisinde sınırlamalar getiririz. Ruhlarımızı besleyerek meleklere benzediğimiz bu günlerin ardından yeni edindiğimiz melekeleri devam ettirebilmek için bir dahaki Ramazan Ayına kadar önümüzde 11 ay vardır. Ramazan Ayını nasıl geçirdiğimiz aslında 11 ayı nasıl geçireceğimizin işaretlerini de verir. Ve tabii ki 11 ayı nasıl geçirdiğimiz bir dahaki Ramazan’ı da nasıl karşılayacağımızı belirler.
İmam Rabbanin; “Mübarek Ramazan Ayı, bütün hayırları ve bereketleri camidir. Kim Ramazan Ayı’nı çok iyi değerlendirip hayır ve bereketinden nasipdar olursa, bütün senesini o camiiyet içinde geçirmeye muvaffak olur.” Sözünde belirttiği gibi bütün seneyi Ramazan Ayı gibi geçirebilmek, nefisle mücadelede önemli bir cihadı gerçekleştirmek demektir.
Gelin bu Ramazan yeni bir başlangıç olsun hayatımızda. İmsak ile edindiğimiz alışkanlığı, teheccüde dönüştürebileceğimizi ispatlayalım kendimize. Peygamber Efendimize komşu olmanın yolunun çokça namaz kılmaktan geçtiğini hatırlayarak. Sadaka, zekat ve her türlü infakı, sadece Ramazan Ayı’na ait kavramlar olarak görmeyip, her daim belalardan korunmaya ihtiyacımız olduğunu idrak edelim her dem. Manen arınmanın yolunun madden arınmaktan geçtiğini hatırlayarak. Ve Kur’an-ı Kerim ile gerçekleştirdiğimiz yakınlığı devam ettirelim, sahabenin Kuran’a bakmadan geçen günü kayıp gün olarak tanımladığını hatırlayarak.
İşte Belki o zaman biz de oruç ile ilgili inen ayette belirtildiği gibi takvaya ulaşanlardan olabiliriz. “ Ey İman edenler, oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki takvaya ulaşırsınız.” Bakara Suresi,183
Ayşenur Özkan