Kadına şiddet son 10 yıldır ülke gündemine oturan sosyolojik bir problem. Hukuki anlamda önü alınmaya çalışılan bu konuya bir hukuçu gözünden manevi bakış açısıyla kaleme alan Avukat Seher Tuba Çevik, annelerin yeryüzündeki en kıymetli varlık olduğunu ince ince anlattı.
Anneler… Cennetin ayakları altına serildiği müjdelenenler, üzenlerden mahşerde Peygamberimizin bizatihi davacı olacağı olanlar… Onların tek değerlileri ise, çocukları. Dokuz ay karınlarında taşıdıkları, doğumdan önce de, doğduktan sonra da uykusuz kaldıkları, yemeyip yedirdikleri, giymeyip giydirdikleri, ezcümle uğurlarına kendi hayatlarını neredeyse feda ettikleri. Çocukları, can parçaları…
Bir insanın bu kadar kıymet verdiğinin kaybolduğunu, taciz edildiğini, işkenceye uğradığını, öldüğünü duymasından acı ne olabilir ki? Peki bu acıya sebep olanlar nasıl insanlar, neden yaparlar, öldükten sonra başlarından geleceklerden korkmuyorlarsa, ölmeden kanunun onlara nasıl ağır cezalar vereceklerinden de mi korkmazlar? Evet, korkmazlar, korkmuyorlar ve evet böyle eğitimsiz devam edilirse, hiçbir zaman da korkmayacaklar. Çünkü bunlar psikatrik olarak sosyopat eğilimli kişilerdir.
Son günlerde küçük yaştaki çocukların kaybolduğunu, işkence edildiğini, öldürüldüğünü maalesef sıkça duyar olduk. Toplum olarak belki de ortak paydada buluştuğumuz tek konu, bu acılar ve artık sonlanması isteği. Günlerce görsel ve yazılı medyada, kayıp çocuğun bulunup bulunmadığını, arayan gönüllü sayısının arttığını, devletin tüm kurumlarıyla arama-kurtarma faaliyetlerinin yürütüldüğü takip ediyoruz. Ama bir sabah kalkınca kayıp çocuğun naaşına ulaşıldığını duyuyoruz ve sanki o ateş kendi evimize düşmüş gibi kahroluyoruz. Sokağa çıkınca herkesin ruhsuz, sosyal medyaya bakınca herkesin üzgün ve hatta sinirli olduğunu görüyoruz.
Kamu vicdanının sarsıldığı böyle acılarda, her zamanki gibi kolay olan birilerini suçlamak oluyor ve tabi ki bu suçlamaların en kolayı “klavye başında doktrine yön veren hukukçu profesorlerin yekten yerini çalmak” veyahut da resme geniş pencereden bakmadan “idam gelsin” nidaları atmak.
Böyle vahşi ve trajik sonlara sebep olanlar için idam istenmesi her ne kadar çözüm niteliğinde olmasa da, Türk toplumunun vicdanının ne kadar eşsiz olduğunu gösteriyor. Zira insanımıza yol sorsanız, oranın yabancısı olduğunu anlarsa, sizi yedirir içirir yolcu eder; yolda iki kişiyi kavga ederken görse tanımadığı insanlar için araya girer, belki tartaklanır. Bu ve dahası örneklerde olduğu gibi, insanımız, bir çocuğa eziyet edildiğini duydu mu kendi canının parçasıymışçasına intikamını ister, failin ölümünü, kahrını ister. Bu duygular, insanımızın temiz kalbinden gelenlerdir. Engel olamazsınız.
Ancak bu intikam duyguları ile istenen idamlar dışında bir de “konuşmuş olmak için cezalar ağır olsaydı, böyle olmazdı” nidaları ile acılı toplumu provake eden bir kesim vardır. Evet, bu tam olarak bir provakasyondur. Bu noktada da, provake eden kadar provake olan da hatalıdır. Zira önce okumak gerekiyor, önce araştırmak gerekiyor, önce “başkasının ipiyle kuyuya inmemek gerekiyor”, “önce böyle hassas konularda klavye delikanlılığına son verme gerektiğini bilecek kadar haddini bilmek gerekiyor”.
İstediğiniz kadar tam teşekküllü eğitim almış olun, yüksek lisanslar, doktoralar yapmış olun, öncelikle cehaletin okumamakta olduğunu anlamış olmanız gerekiyor.
Peygamberimize (s.a.s) ilk gelen vahyin “OKU” olduğunu idrak ettiğinizde cehaletten kurtulabilirsiniz.
Atatürk’ün “ÖNCE İLİM” inkilabını anladığınız zaman cehaletten kurtulabilirsiniz.
Recep Tayyip Erdoğan’ın “dershaneleri kapatıyoruz” resti ile eğitim yerlerinde eğitim dışında başka saikler uğruna genç beyinlerin suistimalini canı uğruna engelleme çabasını anladığınız zaman cehaletten kurtulabilirsiniz.
Ezcümle, çok fazla yurtdışına gitmiş olmanız sizi “görmüş”, eğitim yerlerinde çok fazla eğitim almış olmanız sizi “bilmiş” yapmaz.
Tıpkı şimdinin TBMM Başkanvekili, biz Marmara Hukukluların Türk Hukuk Tarihi Hocası Prof. Dr. Mustafa Şentop’un, yeni makamı açıklandığından beri hiçbir yazı yazmayıp, sadece sonunda bilgi kirliliğine dayanamayıp peşpeşe 10 tweet ile geçen haftalarda meclis araştırması ve soruşturması hakkındaki provakatif beyanlara karşı “önce okuyunuz, Anayasayı ve Meclis yönetmeliklerini, anlayamıyorsanız da bırakınız hukukçular konuşsun” meyanındaki açıklamaları gibi, dönemin hukukçuları bizler de, “gazeteceilerin”, “ünlülerin”, “ünsüzlerin”, “kendi sosyal medyada çok takipçisi olduğu için ünlü sananların” fon halinde “devlet cezaları arttırsaydı, böyle olmazdı” provakasyonlarını şaşkınlıkla izliyoruz.
Kanunlarımızda, çocuğa karşı işlenen suçların karşılığı yokmuş gibi takınılan tutumun aksine, en ağır cezalar aslında çocuk suçlarında mevcuttur. Çocuğa karşı işlenen suçların karşılığı, yargılamalar sonucunda alt sınırı 12 yıl, üst sınırı “ağırlaştırılmış müebbettir”, diğer bir ifadeyle bir üst ceza dünyada yoktur. Bu vesileyle, hukukun efektif uygulandığı sanılan ve hukuk sistemini bilmeden sürekli özenilip, matahmış gibi mukayese edildiğimiz Amerika’da, istisnai haller dışında, ÇOK AZ SAYIDA idam uygulandığını da bildirmek de fayda bulunmakta. Yani her suç işleyen idam ediliyor şeklindeki algının aksine, çoğu zaman idam cezası verilmediği gibi, verilmesi için de neredeyse “seri katil” olması gerekiyor. İdam cezasının infazı da yıllar sürüyor ve bazen fail zaten içeride doğal nedenlerden, yaşlılıktan öldüğü için ceza infaz dahi edilemiyor.
Ülkemizde ise yukarıda da bahsettiğimiz üzere çocuğa karşı işlenen suçlar, “sarkıntılık”, “istismar”, “nitelikli istismar(tecavüz)” olarak kademelendirilmiştir. Günümüzde tecavüz ve ölümle sonuçlanan trajik olaylara ilişkin görülen davaların yargılamalarının hepsi, bu düzenlemeler sonucunda ağırlaştırılmış müebbet ile bitmektedir. Yani failin, tahliye olmadan, tekli hücrede ömür boyu cezasının çekilmesine hükmedilmektedir.
Aynı şekilde, çocuğun fuhuşa alet edilmesi, uyuşturucu satışında kullanılması, bir suçun işlenişine azmettirilmesi halleri, her suç için kanunda ayrı ayrı ağırlaştırılmış haller, yani verilecek cezanın daha ağırının verilmesi gereği olarak düzenlenmiştir.
Empati kurulunca, 10 yıl, 12 yıl, 15 yıl gibi hapis cezaları muhtemelen duyulunca tatmin etmiyor olabilir, ancak hapiste 1 günün bile geçmesi zorken, 10 yılın geçmesi kolay sanılıyor olabilir. Ancak 10 yıl hapiste kalan kişi, eğer doğal nedenlerden ölmediyse, tahliye olunca, suçunun ne olduğuna bağlı olarak toplumdan dışlanan, işsiz kalan kişi olup, zaten hala cezasını çekmeye devam ediyor ve genelde de sonrasında ya intihar ediyor ya da uyumsuzluğu ile rahatsız ettiği birileri tarafından öldürülüyor. Kaybettiğimiz mağdurları, hiçbir ceza geri getirmeyecek ve yüz yıllarca ceza verilse de vicdanlar tatmin olmayacaktır. Ancak bu istatistikleri, emsal kararları araştırmadan, bizim yıllarca emek verdiğimiz hukuk sektörüne 140 karakter kullanarak yorum yapılmasına kızdığımız kadar, toplumun en acılı, en hassas döneminde bu şekilde provake edilmesine de hukukçular olarak, bir o kadar da üzülüyoruz.
Peki eğer cezalar yüksekse ve cezalardan mı korkmuyor bu suçun failleri? Evet, korkmuyorlar, çünkü yakalanacaklarını düşünmüyorlar.
“Oturduğumuz yerden klavye başından ahkam kesip cezalar artsın” demek yerine, kulağımızın üstüne yatmadan, görmemezlikten gelmeden, arkamızı dönmeden; elimizi taşın altına koyup DOĞRU ÜSLUPLA, yani sinirli insana sinirli, aşağılayıcı, hakaretamiz olmadan, sakinleştirici, birleştirici ve yaptığının neden yanlış olduğunu anlatan bir uslupla müdahale etmeyi öğrenmek, toplum olarak üstümüze düşen en önemli görevdir.
Hepimiz haddimizi, haklarımızı, yükümlülüklerimizi bilir, her söylenene inanmak yerine, okur, araştırır, bilmediğimizi bilenlerden öğrenirsek, yılların TRT Çocuk Kanalındaki eşeğe taciz uygulandığı yönündeki provakasyonlara sorgulamadan inanıp, sonradan rezil olup sessizliğe gömülmek yerine, fırtınadan eşeğin zarar görmemesi için korunaklı alana götürüldüğünü çocuklarımıza anlatıp hayvan sevgisi aşıladığımızda, toplum olarak böyle küçük bedenlerin büyük acılarını yaşamak yerine küçük bedenlerin büyük başarılarını alkışlarız.
Av. Seher Tuba Çevik
stubagokce@hotmail.com