Kamboçya; doğasının güzelliği dillere destan, yaşam ise yardıma muhtaç durumda…
Dünyanın her iki yöne doğru akan tek nehri olan Mekong Nehri, Muson yağmurları sezonunda akışını değiştiriveriyor. Çin’den Himayalar’dan eriyip gelen suyla oluşuyor ve adı ‘Nehirlerin Anası’ anlamına geliyor.
Nehrin oluşturduğu Tonle Sap Gölü beş katına kadar büyüyor. Yani iki bin beş yüz kilometerkarelik alanı 13 bin kilometrekareye çıkıyor. Su hacmi ise 70 katına çıkıyor. Burası 300 çeşit balıkla dünyanın en fazla tatlı su balığının (200 bin ton) yakalandığı yer.
Tarihi Khmer Krallığı’nın başkenti Siem Reap’te barajlarla senede üç kez pirinç hasadı alınabiliyor. O günlerde pirinç para yerine geçtiğinden, Londra 50 bin kişilik bir kasaba iken burada bir milyon kişi yaşarmış.
Doğan her on bebeğin biri ilk beş yıl içinde ölüyor. Toplumun yüzde 72.7’si günde iki dolar ya da daha azıyla geçiniyor. Full-time çalışan bir işçi ancak ailesine günde iki kez yemek alabilecek kadar para kazanıyor. Erkeklerde ortalama yaşam süresi 51, kadınlarda ise 58. Kamboçyalıların sadece yüzde 17’sinde hijyenik tuvalet var.
Siem Reap Kültür Merkezi’nde farklı etnik grupların nasıl yaşadıklarını gösteriyorlar. Her köşede ufak bir tiyatro var. Khmer evinde ise düğün. Amerikalı fizik profesörüyle beni sahneye çekiyorlar. Ne gelin olması, ola ola kayınvalide oluyorum. Yaş kemale ermiş demek. Dizlerimin üstüne oturuyorum, gelin ahalisi gibi.
Sembolik olarak gelinle damadın saçı kesiliyor, bu da karı koca olarak yeni bir başlangıcı temsil ediyor. Misafirler yeni çiftin bileklerine kurdele bağlıyorlar ki gelinle damat birbirine bağlansın. Ayak bileklerinde kocaman kalın gümüş halhallarla, pembeli, sarılı, simli kıyafeti içinde salınıp duran gelin damadın ayağına su döküyor. Damadın bileğine bir iplik parçası bağlamam isteniyor. Sonra da kutsal sudan başlarına serpiştirmem. Dans ede ede yürüyoruz, onlar eriyor muradına biz çıkıyoruz kerevetine.
Tapınaklardan birinde rehber kalbine yumruğuyla vuruyor, yankı korkunç yüksek perdeden inançlarına göre buraya giren hastalar iyi oluyormuş. Kamboçyalılar göğüslerine vurarak geçmiş olsun diyorlar. Tapınağın önünde biriken suya bir adam ağ atıp o günlük yemeğini çıkarma telaşında.
Yol boyunca kadınlar kocaman tencerelerde palmiye meyvesi kaynatıyorlar şeker yapmak için. Çocuklar toz toprak içinde yalın ayak koşturuyorlar. Geride direklerin üstünde evleri. Hem sıcakta hava akımıyla serin kalıyor, hem de yağmurda sudan korunuyor.
Hemen her yemekte pirinç ve mutlaka çorba oluyor. Balığı ıspanak ya da kıvırcığa sarıp sonra sosa batırıp yiyorlar. Balığın iç organlarını, ördek fetusu, böcek, örümcek ve bazı hayvanların beyinlerini yiyorlar.
Angkor Wat
Angkor Wat, 12. yüzyılda Jayavarman VII tarafından 4000 fille taşınan taşlar ve 300 bin işçiyle 35 senede yapılmış dünyanın en büyük tapınağı. Kapladığı alan 1.6 kilometrekare.
Angkor Wat dünyayı sembolize ediyor. Ortasındaki kule, Meru Dağı. Etrafındaki avlular, kıtalar ve okyanuslar. Yedi kafalı yılan ise insanın tanrılara ulaşmasını sağlayacak olan gök kuşağı köprüsü.
Bayon, iki yüzden fazla Buda yüzünün olduğu bir tapınak. Yalnız nedense bütün Buda yüzleri, Kral Jayavarman’ı andırıyor. Nereye bakarsan bak, nereye gidersen git, birisi seni izliyor.
Ta Prohm ise Angelina Jolie’nin Tomb Raider filmini çektiği tapınak. Doğa tapınağı ele geçirmiş. Mükemmel bir doğa… Ağaçların kökleri, dökülmüş spagetti gibi karmakarışık.
Yılan gibi kıvrılan kalın kökler tapınakların duvarlarını yerinden çıkarmış, itmiş, yıkmış. Bu da yetmemiş ağaçlar tapınakların üstünde göğe yükselmiş. Duvarlarla bir sevgili gibi sarmaş dolaş olmuş. Bu tapınakta bir zamanlar 80 bin kişi yaşarmış. 615’ide anne babası sudan gelen apsaras denen danscıymış. Üç yüz farklı saç stilinde üç bin apsaras resmedilmiş Angkor Wat’ın duvarlarına.
Hinduizme göre dünyanın kuruluş efsanesinde şeytanlar ve dünyayı koruyan tanrılar bir yılanın kuyruğundan ve başından çekip duruyorlar. Kim kimi düşürecek derken bin sene geçiyor ve okyanuslar oluşuyor.
Apsaraslar bu arada şarkı söyleyip tanrıları cesaretlendiriyorlar. Apsarasın toplam dört bin beş yüz el hareketinin her biri açan bir çiçeği, ya da gün batımını sembolize ediyor.
Phnom Bakheng, 12. yüzyılda Hindu tanrısı Vishnu için inşa edilmiş bir tapınak. Güneş batışı için mükemmel bir tepe. Yukarı tırmanan basamaklar hem çok dik, hem de çok dar. Sebebi ise yavaş yavaş çıkıp tanrılara saygı sunmak.
Fotoğraf makineli ellerden gökyüzü gözükmüyor. Dönerken hava zifiri karanlık oluyor ve çekirgelerin çiftleşme şarkısı eşliğinde yokuş aşağı yürümeye başlıyoruz.
Banteay Srei, oymaları ile meşhur bir tapınak. Bir de göletindeki nilüferleri ile. Pembe, beyaz, eflatun nilüferler var gölün içinde. Gölün suyu kapkara ama nilüferler pırıl pırıl. Bu manzara bana hiç bir zaman ilk görünüme aldanmamak gerektiğini hatırlatıyor.
Taşı bir dantel gibi oymuş Khmer’li ustalar. Taşlarda çiçekler açmış, tavus kuşları aşka gelmiş, apsaraslar salınmış. Bir diğer sanat dalı ise bugün bile devam eden pirinçten yapılma kağıt üstüne yapılan tarihi çizimler. Diğeri ise sepet örme. Zaten ağaç oyma sanatı da çok gelişmiş burada.
Coğrafya kitaplarında bazı insanların sel bölgelerinde direkler üstünde evlerde oturduğunu okuduğum da onların hep uzak ülkelerde bir zamanlar yaşamış insanlar olduğunu düşünürdüm.
Meğer hala Chong Kneas köyünde yaşarlarmış. Evlerin duvarları ottan, bir ucundan kaldırılabilecek şekilde yapılmış kapılardan oluşuyor. Evlerin içinde sadece bir hamak var, tencereler ve su bidonları evin dışında asık.
Gölde bir metrelik su yılanları yüze dursun, teknede bir kadın bulaşık yıkıyor ovalaya ovalaya. Durulamak için ise daldırıveriyor tencereyi suya. Evin altında direklerin arasında hayvanlarını tutuyorlar ya da ipek dokuyorlar. Hayvanlarını yine yüzen ahırlarda tutuyorlar. Daha fakirleri teknelerde yaşıyor. Bazı tekneler ise bakkal.
James Bond filminde görebileceğiniz sahneler yaşanıyor bu yüzen şehirde. Turist teknesi son sürat giderken, nerden çıktığı bilinmeyen bir ufak teknede baba ve 6 yaşlarında kızı gene son hız gelerek bize yaklaşıyor. Kız bizim tekneye atlıyor, bir -iki meşrubat satma uğruna. 3 yaşında oğlan çocuğu boynunda yılanla yaklaşıyor bize.
Kamboçya’da yılan sokmasından dolayı kolu bacağı kesilenlerinin sayısı mayınlarda kolunu bacağını kaybedenlerden daha çok. Köylüler doktora gitmektense şarlatan mahalle doktorlarına gidiyorlar ve kangren olan uzuvlarını kaybediyorlar.
Dünyanın dört bir yanından insanlar bu köyde su kuyusu açmışlar. Kuyu açtıran ailelerin isimlerini, ülkelerini ve bayraklarını bir tabelayla belirtmişler. Bir kuyu 10 – 15 aileye 15 sene yetiyormuş.
Biz de açtırıyoruz bir tane. 5 dolara üç kişinin hayatını bir sivrisinek cibinliği alarak kurtarabileceğinizi hiç düşündünüz mü? Sıtma hala büyük bir sorun Kamboçya’da.
Dünyanın en fakir ülkerinden biri Kamboçya. Sokaklarda; “Çocukları cinsel taciz ederseniz, ya kendi ülkenizde ya da burada hapse gidersiniz” yazıyor koca koca. İngilizce anlamayanlar için karikatür çizerek anlatmışlar olayı.
Meğer bugüne kadar yeşil rengi hiç tanımamışım. Yapraklar sanki sıksam yeşil su fışkıracak gibi canlı ıslak bir görüntüde. O yeşil, suya bir gölge yapıyor ki gölgesi mi kendisi mi daha yeşil insan karıştırıyor. Ağaçları, devasa yapraklı kalın ya da çok saplı sarmaşıklar kaplamış. Hepsi birbirinin üstünde biraz daha güneş ve nem için savaşıyor. Ağaçlardan bir ipe dizilmiş gibi duran tohumlar sarkıyor kırmızı kırmızı. Göller pembe, sarı ve mor nilüferlerle ve devasa yapraklı göl bitkileriyle kaplı. Doğanın cömert davrandığı Kamboçya’ya istemeye istemeye veda ediyorum sonunda.