Benden on binlerce, belki milyonlarca yıl önce yaşamış insanları düşünüyorum. Ne farkım var? Ben de acıkıyorum, ben de yoruluyorum, benim de hırslarım var, ailemi korumaya çalışıyorum, tek çatı altında birlik halinde durmaya gayret ediyorum, kendime benzeyen insanlarla arkadaşlık kuruyorum, bana zarar verebileceğini düşündüklerimden uzak duruyorum. Bana öğretilenler dışında kuvvetle muhtemel ki doğuştan getirdiğim kendi değer yargılarım, adalet anlayışım var. Ve hepsini kendi inimde yaşıyorum.
Onların da inleri oldu, kulübeleri, çadırları, sarayları, malikaneleri, bankları, döşekleri oldu. Ve bunları onlar da yaşadı. İfade yöntemlerimiz farklı olabilir ama temelde aynıyız.
Basic… Basit, temel, esas, ana… Kelimenin karşılığında bunlar yazıyor sözlükte. Belki bir de fıtratı ekleyebiliriz şimdi. Temelimiz aynı. Hz. Adem’in dini ile bizim dinimiz aynı olduğuna göre bu da bizi aynı yapmaz mı zaten?
İlk çağdan bugüne ne kadar değiştik ki?
Hayatı kendimiz mi komplike hale getiriyoruz yoksa kendimizi ilk insanlardan üstün ve gelişmiş gördüğümüz için farklı yaşadığımızı mı sanıyoruz?
Aynı içgüdülere sahip olmamıza rağmen kendimize farklı bir dil üretip o dille cevap veriyoruz. Ve veremiyoruz aslında.
Ne değişti peki?
Kendimizi bizden önce yaşayanlardan -20 ya da 20.000 yıl fark etmez- gelişmiş görmek en başta kendimizi ve zihnimizi yoruyor.
Her çağın kendine göre lüksü, mevcut olandan daha iyisi vardı. Kısaca söyleyeyim; bir Mercedes hep vardı. Daha korunaklı bir yuva hep vardı. Daha güvenli bir alan…
Ama ‘daha’larımızın içeriklerinin, nedenlerinin değişmesi bizi farklı kıldı. Artık herhangi bir eşyaya tek bir amaçla, tek bir gözle bakamıyoruz. Sadece eşyaya ya da olguya değil…
Mesela tek bir Merve olmak yetmiyor. Benden kendi içimde belki beş tane daha üretmem gerekiyor. İyi bir anne, iyi bir çalışan, iyi bir ev hanımı, iyi bir eş, iyi bir dost…
Halbuki, jilet gibi hazırlanmış harika bir masayı mükellef yapan üstündeki çeşitlilik değil bizi ne kadar doyurduğu olmalı.
Çocuklarımıza pırıl pırıl giyinmiş, yaşıtlarından hatta ‘ayıt’larından önde olduğunu herkese gösterebilme gayreti yerine, kendi koşullarında yetişen herhangi bir çocuk gibi saf anne sevgisini verebilme özgürlüğü olmalı insanın.
Zamanın ve koşulların teğet geçtiğini varsaydığımız kadınlar… Mesela yüzlerinde hiç kırışık yok, vücutları her daim diri, yüzlerinde “mutlu olmak zorundayım” gülüşüyle kendilerini yormuyorlar mı? Hatta birçoğu tüm bunların onlara dayatılan normlar olduğunun farkında bile değilken.
Ya da bir şeyleri hep daha fazla bilmek -yeniden yazıyorum- daha fazla bilmek zorunda olmak, olaylara daha girift bir akılla yaklaşmak…
Özümüzü değil; vücudumuzu, evimizi, yatağımızı, arabamızı, çocuğumuzu, işimizi, ilişkilerimizi, kıyafetlerimizi, beynimizi süslemek zorunda kalmak. Biz kimiz? Gelişmiş olmak ne demek? Bir durup düşünmek istiyorum. Buraya yazdığıma bakmayın, hala da düşünüyorum.